
MARİFET İLTİFATA TABİDİR
“Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz”sözü ne kadar doğruysa “Cevherin kıymetini cevherfürüşan olmayan bilmez”sözü de o kadar doğrudur.
Ressam resimlerinin seyredilip takdir edilmesini bekler.Roman yazarı kitaplarının okunup beğenilmesini arzu eder.Şair şiirlerinin başkaları tarafından istiğrak halinde okunup alkışlanmasını ümid eder.Heykeltraş, heykelleri beğeni toplarsa başka eserler vermek için harekete geçer.Mimar “bu eseri de kim yaptı?Ne güzel yapılmış”dendiğinde ruh huzuruna kavuşur.En basitinden fıkra anlatan kişi dinleyiciler gülmezse ikinci bir fıkrayı anlatmaya kendinde cesaret bulamaz.
Sanat alkışlanmak ister.Sanatı alkışlayan aynı zamanda sanatkarı da teşci etmiş olur.Meşher olmazsa eser-i meşhur nerde teşhir olunur?
Göz görmek,kulak işitmek,dil tatmak içindir.Bu üç organ olmasaydı yeryüzünün ve gökyüzünün estetiği,rengi,tadı,milyonlarca güzel sanat eserlerine ilham kaynağı olan harıka ve dehşet engiz güzelliği farkedilir ve hayat bu kadar güzel,yaşanmaya layık,kıymetli olur muydu?
Doğum günü kutlamaları,önemli gün ve anların hatırlanmaları,kadınlar günü,anneler günü,babalar günü vs.önemli zaman dilimleri -her ne kadar ticaret ön plandaymış gibi gözükse de- netice itibariyle hep iltifat içindir.
Yere düşmüş bir çiçeği inek ağzına alır çiğner,yutar.İnsan olan insan ise alır onu yakasına takar.Bu sayede o güzelliği takdir etmiş ve beğendiğini göstermiş olur.
Canlılar içinde güzel sanatlara,estetiğe,güzelliğe,kusursuzluğa,mükemmelliğe medyun olan sadece ve sadece insandır.İnsanın duyguları sair mahlukata göre daha incelmiş ve de gelişmiş olduğundan bu böyledir.İnsan akıllı bir yaratık olduğu için de “ne güzel”derken akabinde “ne güzel yapılmış”ve “bunu kim yapmış”gibi soruları sorar ve takdir hislerini yönelteceği bir fail arar.
Bu takdir etme,iltifat etme esasen insani bir duygudur ve duyguları körelmemiş kişiler tarafından çokça kullanılırlar.İnsan bir yandan takdir edilmeyi beklerken bir yandan da takdir etmeyi de ihmal etmez.Ve bunun içindir ki herkes ancak kendi yetenekleriyle örtüşen güzel bir eseri ve ya bir eylemi sena edebilir.Bu da çok normal bir durumdur.”Arif olan anlar” “veya “Arife tarif gerekmez”sözleri de bundan kaynaklanmıştır.Tüm bu gerçeklerden ötürüdür ki yazımıza başlık olarak aldığımız söz yerindedir ve “Marifet iltifata tabiidir”
Bütün bunlardan ayrıca anlaşılmaktadır ki takdir eden edilenden daha üstündür,Zira o marifeti kendinize iltifatınızla tâbi etmiş ve tebanıza almış bulunuyorsunuz.Sanki şükran hislerinizle değerini bildiğiniz bir gerçekliği kendinize mal etmiş oluyorsunuz ve şuur altınızla”Ben bu güzel eseri anlayacak ve hatta aynısını hayal edecek bel ki de yapabilecek yahut da kendime bir ideal haline getirecek bir durumdayım ki iltifat edebiliyorum,teşekkür edebiliyorum,takdir edebiliyorum”demiş oluyorsunuz.İşte bu gerçekten de “Veren el alan elden üstündür”sözünü günışığına çıkarmış oluyor.
Hiç unutmuyorum;Öğretmenliğimin ilk yıllarında görev yaptığım köyde kendi halinde,çekingen,sıkılgan bir öğrencim vardı.Zekiydi,yetenekliydi fakat kalabalık bir ailenin çocuğu olmasından,köyde iş-güç ve de hayat şartlarının çetinliğinden kendini tam olarak ifade edememiş,gösterememiş bu yüzden özgüveni de gelişmemiş olduğundan derslerde başarısızdı.Oysa çok iyi biliyordum ki kendini derslere verse,sınıfta çekingen davranmasa,anlamadıklarını çok rahat sorabilse,iletişim kurabilse başarıyı yakalardı.
Önce ailesiyle tanışmak için evine gittim.Klasik köy yaşantısı olan bu aileyle görüşüp,konuşup,tanıştıktan sonra öğrencimdeki problemin kaynağını keşfettim:Evde çocuklara söz hakkı yoktu.Büyüklerin yanında bir çocuğun konuşması çok çok ayıp ve görgüsüzlüktü.Öğrencim bir söz söylemek istese yanakları elma elma kızarıyor,utana sıkıla ancak birkaç laf edebiliyordu.Hata yaptıklarında ise anında cezası kesiliyordu.Evde böyle bir hava hakimdi ve böyle bir ailede yetişmenin de tabii neticesi olarak maalesef, benim ögrencim kendini henüz keşfedememişti.
Kararlıydım.Bu çocuk kendini bulacak ve yeteneklerini geliştirecekti.Önce kendi çocukluğuma indim.Benim ailem çocukluğumda bana çok iltifat ederdi.Ne dersem diyeyim muhakkak bir doğruluk payı bulurlardı sözlerimde.Hatta söylemiş olduğum bir sözü bana birkaç kez tekrar ettirirler,”Çok doğru.Bravo.Gerçekten öyle,biz böyle düşünememişiz”gibi sözlerle beni esasen takdir ederler ve iltifata boğarlardı.Doğal olarak da kendime olan özgüvenim tamdı ve hatta bazı durumlarda bu özgüvenden olsa gerek öğretmenlerimin okulda her sözlerini kabul etmiyor çekinmeden eleştirebiliyordum.Bu benim adeta kişiliğime de yansıdı ve sırf bu özelliğimden dolayı üniversitede bölüm profesörümüzün bir sözünü eleştirdiğim,kabul etmediğim için okulum O’nun dersinden bir yıl uzamak zorunda kaldı ve mesleki hayatıma bir yıl geç başlamış oldum.Gerçi bundan hiç pişman değilim.Zira ben öyle davranmasaydım ben ben olamazdım.Kendim gibi davranmamış olurdum.Zaten öğretmenlik mesleğinde en önemli karakter özelliği de budur sanırım.Bildiğini,doğru bildiğini söyleyebilmek ve doğru bildiği yolda yalnız da kalsa yürümektir.Sağlam karakterli olmayanın da yetiştireceği nesil ona göre zayıf,cılız olur.
Buradan yola çıkarak öğrencimi kazanmaya çalıştım.Her yaptığını takdir etmeye başladım.Ona adeta degerli olduğunu,önemli olduğunu hissettirmeye çalıştım.Okula zamanında gelmesi bile sözlüden beş almasına yetiyordu.Çantasını düzenli olarak getirmesine,defter kitaplarını düzenli tutmasına varıncaya kadar her hareket ve davranışını değerlendiriyor ve açıkça kendisine de söylüyordum.Dersle ilgili en önemsiz gibi görünen söz ve fikirlerine bile değer veriyor onları bilgisayarımda renkli yazılarla yazıp sınıf panosuna asıyordum.
Bu tutum ve davranışımın meyvesini kısa sürede aldım.Öğrencim artık sınıfta yüksek sesle konuşabiliyor,fikirlerini açıkça dile getirebiliyordu.Anlamadığı konuları rahatlıkla sorabiliyor hatta tekrar anlatmam için ikinci kez soru yöneltebiliyordu.
E tabii bir çiçeğe bile sevgiyle su verirseniz daha bir güzel serpilir.İnek tatlı müzikle sağıldığında daha bol süt verir.En vahşi hayvanlara bile sevgiyle yaklaştığınızda size mukabelede bulunur.Bütün bunlar aynı zamanda takdir etmenin,kıymet bilmenin meyvesidirler.
Öğrencime gelince şu an askerde asteğmen.İngilizce öğretmeni oldu ve tezkereden sonra görevine devam edecek.Öyle yaklaşmasaydım büyük bir ihtimal köyde iyi bir çoban olacaktı.Kendisini sadece inek ve koyunlar anlayacaktı.İşte bu takdirin,teşekkürün,değer bilmenin zaferidir.
Gelin çevremizi takdir edelim.En küçük bir olumlu davranışı bile bir şekilde ödüllendirelim.Kusurları görmede gece gibi ama iyi işleri görmede de gündüz gibi olalım.
Mevlana ne güzel söylemiş:”Akarsu gibi cömert ,güneş gibi merhametli ol”Birbirimizi seversek,sevgiyi sever düşmanlığa düşman olursak kazanan yine biz oluruz.
Fakat bazı yüce,üstün ve istisna ruhlar vardır ki onları takdir etmek cür’et ister.Zira onlara göre”Bizi takdir edenler bizden düşükse o senalar ayaklarımızın arasından geçer.Bizi takdir edenler bizden yüce ve üstünse o senakar sözler de başımızın üstünden geçer.Her iki halde de bize ulaşmaz.”derler ve ister takdir edilsinler isterse tekdir onların hali birdir ve tektir değişmez.Hep küheylanlar gibi koşar,çalışır çabalar ve adeta şu şiiri mırıldanırlar:”Sen çalış olmazsa alem sıkılsın/Yardıma koşmayan kalem sıkılsın/Kanatlan üveykim sen de kanatlan/Çatlarsan bir yerde yollar sıkılsın/”
Sözün özü;Dil iltifatla aşınmaz.Eşeğe altın semer de vursan yine eşektir.Elmas çamura da düşse yine elmastır.
Erdoğan MUTLUGÜN
Türkçe ve Türk Kültürü Öğretmeni
NOT:Objektifin Mayıs 2008 baskısında yayınlandı.sayfa 50 de.
VEFA
Erdoğan MUTLUGÜN
Öğretmen

“Bir göz hatırına ne gözler sevilir.”Sözü, vefanın bizim bahçelerimizin gülü olduğunu gösterir.”Dostumun dostu dostumdur.”Sözü dosta olan vefayı,”Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum”sözü öğretmene ve ilme olan vefayı,”Cennet anaların ayakları altındadır”sözü analara olan vefayı gösterir.Bizim kültürümüzde babanın vefatından sonra arkadaşlarıyla ülfet ve ünsiyet etmek,onlarla alakayı kesmemek vardır.Bu da babalara vefanın bir göstergesidir.
Eskiler bir çeşmeden su içmişlerse o çeşmeyi hiç unutmaz;hayatlarının belli bir dönemlerinde yolları o çeşmenin bulunduğu beldeye üğrarsa, aynı yerden bir avuç olsun su içmeden ayrılmazlarmış.
Mevlana’ya Şems’ten ayrıldıktan yıllar sonra biri kandırmak gayesiyle, ”Şems’in sana selamı var”demiş.Bunun üzerine o yüce insan sırtındaki değerli cüppeyi çıkarıp selamı getirene(!)vermiş.Adam bu soylu ve vefa belirtisi hareketten son derece mahçup biçimde “Ben yalan söyledim.Şems’i görmedim”demiş.Ve işte bundan sonra Mevlana’nın ağzından adeta bütün bir zamana ve tarihe”durun beni dinleyin”dercesine şu lâl ü güher sözler akmış:”Biliyorum.Bana yalan söylediğini biliyorum.Ben cüppemi senin bu yalanına veriyorum.Eğer doğru söyleseydin sana canımı verirdim”Bu,vefanın bizim açımızdan ne anlama geldiğini gösteren altın tablolardan sadece birisidir.
Vefadır ki Mecnun’a dağlarda gördüğü ceylanların gözlerini Leyla’ya benziyor diye öptürür.
Bir tasavvuf üstadının talebeleri, manevi mertebeler katede katede hocalarının ahiretteki elim ve vahim halini keşf etmiş ve yanından ayrılmışlar.Sadece biri kalmış.Hoca diğerlerinin neden ayrıldığını sorup öğrendiğinde”peki sen neden kaldın?”diye bir soru yöneltmiş.Molla:”Efendim ben bu mertebeye sizin sayenizde erdim.Bu halde sizi yalnız bırakmam vefasızlık olur”diyerek karşılık vermiş.Karşılık vermiş vermesine ama üstadın verdiği cevap ise adeta”durun! vefanın ne olduğunu görün!!”dercesinedir:”Evlat ben onların gördüğü halimi kırk yıldır görüyorum.Fakat ne yapayım?Vefadan başka yol var mı ki o kapıyı ben de bırakayım?..”İşte bu pırlanta-misal tablo da öğrencinin hocasına,hocanın da ilimdeki temiz su kaynağına karşı vefanın güzel bir terennümüdür.
Vefadır ki, İstanbul’un fatihi,çağ açıp çağ kapayan yüce kumandan ve padişah Fatih Sultan Mehmet Han Cennet Mekan’a, hocasının atının ayağından sıçrayan çamurla kirlenen(daha doğrusu şeref madalyası haline gelen- kaftanını yıkatmaz ve bir hatıra olarak saklanmasını emrettirir.
Eskilerden bir eşkıya doksandokuz adam öldürmüş ve pişman olup bir papaza günah çıkartmaya gitmiş.Papaz:”Allah seni affetmez”deyince O’nu da öldürmüş ve öldürdüğü adamların sayısını yüze tamamlamış.Ordan başka bir papaza gitmiş.Papaz kendisine:”Allah seni bağışlar ama falanca yerdeki iyi insanların yanında yaşamalısın.O insanlardan etkilenip sen de iyi olursun ve affedilirsin”diye karşılık vermiş.Ve eşkıya o iyi beldeye varmak için yola koyulmuş.Derken ömrü vefa etmemiş ve adam yolda ölmüş.Azap melekleriyle Rahmet Melekleri adamı kimin alacağı konusunda anlaşamayınca Allah hakemlik yapması için bir başka Melek göndermiş ve Melek demiş ki:”Bu kişinin nereye yakın olduğunu ölçün.Eğer iyi beldeye yakınsa Rahmet Meleği,yok geldiği kötü şehre yakınsa Azap Meleği götürsün”Bunun üzerine bakılmış ki; bir karış farkla adam iyi şehre daha yakın.Rahmet Meleği almış adamı.Affedilmiş.Bu da bize Yaratıcı’nın niyetlere karşı bir nevi vefasının tecellisidir ki bizlere vefanın ne kıymetli bir meta’ olduğunu çok bariz biçimde gösterir.
Vefadır ki bizim kültürümüze yumurtayı tamamen kırdırmaz,üstünden hafifçe çatlatarak adeta tavuğa vefa hissiyle yumurtayı tahrip etmeksizin, incitmeden soydurur.Ve yine vefa duygusudur ki insanımıza eskimiş urbalarını attırmadan önce bir parça kestirir ve hatıra olarak saklattırır.Vefadır ki bize müşteriyi “Velinimet”eder.Ve yine vefadır ki “Misafir atadan uludur”sözünü Özbekler’e söylettirir.
Vefa duygusu bizim harsımızın en nadide incisidir.Böyle olmasaydı “bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı” olur muydu?
Vefadır ki Yavuz Sultan Selim’e, Şam seferinden dönüp Mısır üzerine yürürken, odasını temizleyen hizmetçisinin ölümünden dolayı seferi üç gün ertelettirir ve o üçgün üst üste hizmetçinin mezarını ziyaret ettirir.Vefa bizim Anadolu insanımıza misafiri çekinmeden, doyuncaya kadar yemek yesin diye bir kişlik yemeğini sofraya koydururken, hanımına gazlambasını söndürttürür.Misafir karnını doyurana dek “Gazyağımız bitti karanlıkta yemek yiyeceğiz”dedirtir.Bizdeki vefa, Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslar’a esir düşen askere, kendisine bir tas sıcak çorba içiren Tatar köylüsüne vefadan dolayı,esaretten kurtulup ülkeye döndüğünde bir münakaşa sırasında kendisini zehirli hançerle sırtından vuran kişiyi, sırf Tatar diye affettirir ve hakkında şikayetten vazgeçirir.
Vefa Çanakkale’yi geçilmez kılar,vatan için canını vermişlerin kanını bayrak yapar ve üstüne ay-yıldız kaplatır.
Vefanın güzel meyveleri de vardır:O merhameti,sadakati,güveni,emniyeti ve cömertliği de sonuç olarak bize hediye eder.
Nesimi ne güzel söylemiş:
“Bana hak’tan nida geldi;
Gel ey aşık ki mahremsin,
Bura mahrem makamıdır;
Seni ehl-i vefa gördüm”
Demek vefa ile insan manevi makamlara yükselerek, insanlığın arşına ulaşmaktadır.Aynı zamanda bize, bir düşünceye gönül verildiğinde; bir ideâle bağlanıldığında; varıp biriyle dostluk kurulduğunda,diriğ etmeden o uğurda canımızı vermeyi, isterse servetimizin yağma olup gitmesine aldırış etmememizi salık vermektedir ki bu, vefanın hak katında da halk katında da çok değerli olduğunu hatırlatır. Vefa ve ahde vefa ile ilgili tanınmış ünlülerin de çok güzel tespitleri vardır;
“En seçkin insanlar sözünün eri olan insanlardır.”(Auguste Compte)
“Vefasızın meclisinde bade içilmez”(Ziya Paşa)
“Verilen sözü tutmamak mertliğe yakışmaz”(Bacon)
“Bülbülden vefa ummayın,çünkü her dem başka bir gülün üstünde öter”(Sadi)
“Vefalı çıkarır dostluğun tadını,
Vefasızlar alır dostunun âhını” (Muhammet Mertek)
“Vefa umarken ondan
Doldu gözüm hicrandan
Kaldım yaya dermandan.”
Sözü vefasızları dost ve rehber edinenlerin söylediği veya ergeç söyleyeceği sözlerdendir.
Vefanın sosyal hayatımızdan yavaş yavaş kalkmaya başlaması, İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Akif’i üzer ve O’na şu mısraları söylettirir:
“Vefa yok ahde hürmet hiç…emanet lafz-ı bimedlül;
Yalan rayiç,hiyanet,mültezem her yerde,hak meçhül!
Vefayı öldüren üç zehir tespit etmiş eskiler:
1.Kin
2.Nefret
3.Kıskançlık
Bu üç kötü ahlakın, vefa duygusunun ölümüne neden olduğu konusunda ittifak edilmiştir.
Vefanın olmadığı yerde emniyet,güven,samimiyet,empati de olmaz.Oysa bu sayılan duygular hem bir ailenin, hem de bir ülkenin ayakta sapasağlam durması için olmazsa olmaz prensiplerdir.
İyi hasletleri ve toplumdaki onurlu davranışları da kaybetmemek için ayrıca vefalı olmak gerekir.Daha başka bir deyişle; vefaya vefalı olmak,cemiyeti ayakta tutan prensiplere karşı vefalı olmak, onların korunması hususunda çok önemlidir.
Halife Ömer zamanında iki kardeş babalarının katilini tutup Halifeye getirirler.Şikayetçi olduklarını ve katilin cezasının verilmesini talep ederler.Ömer zanlıyı dinledikten sonra idamına karar verilir.Son arzusu sorulduğunda”efendim” der “babam kardeşime vermem için bir miktar altın bırakmıştı vefatından evvel.İzin verirseniz memleketime gidip emaneti sahibine vereyim”der ve bunun için üç gün mühlet ister.Ömer “Yerine kefil bulmalısın”deyince adam orada gözüne takılan ve kendisini hiç tanımadığı birini(Amr bin As.Bu zat Afrika’nın fatihidir.)göstererek “bu kişi kabul buyurursa kefilim olsun” der.Amr bin As da kabul eder.
Aradan üç gün geçmesine rağmen adam ortalarda görülmez.Bunun üzerine Amr bin As’ın idamı için sehpa hazırlanırken Halife’ye itirazlar yükselir.Halife”Hayır”der”Hak yerini bulacak.Babam da olsa ben adaletten vazgeçmem”deyince,kalabalık kefile dönerek”Neden hiç tanımadığın birine kefil olmayı kabul ettin?Bak şimdi idam olacaksın”dediklerinde Afrika Fatihi Amr Bin As”Ben insanlar insanlık ölmüş demesinler diye bir katile kefil oldum”diye karşılık verir.Bu tablo karsısında da davacılar davalarından vazgecerler.Ömer de davacılara”Niçin vazgectiniz?”diye sorunca şu ibret dolu sözleri işitir”Biz de merhamet duygusu ölmüş demesinler diye bu davadan vazgeçiyoruz”derler.
Gelin sevgiyi sevip düşmanlığa düşman olalım.Kusurları görmede gece,iyilikleri görmede gündüz gibi olalım.Mevlana’nın söylediği gibi:”Akarsu gibi cömert,güneş gibi merhametli” olalım.”Ya olduğumuz gibi ya da göründüğümüz gibi”olalım.Bizi biz yapan,insan olmamızın ayrıcalığını tattıran insani değerlere vefalı;hepsinden önemlisi “vefaya”vefalı olalım.Bu,aramızdaki problemlerin ve dargınlıkların ortadan kalkması için kafi ve vafidir.
Son olarak,”Gizli dertlerimi sana anlattım/Çalıştım sesime ses kattım/Bebe gibi kollarımda yaylattım/Hayali hatır et beni unutma”sözleriyle vefayı ihsas eden meşhur halk ozanımız merhum Aşık Veysel Şatıroğlu’nun üfül üfül vefa esen ve burcu burcu vefa kokan “TOPRAK” şiiriyle sözlerimizi tatlandırarak noktalayalım:
Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yarim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sadık yarim kara topraktır.
Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sadık yarim kara topraktır.
Koyun verdi kuzu verdi süt verdi
Yemek verdi ekmek verdi et verdi
Kazma ile döğmeyince kıt verdi
Benim sadık yarim kara topraktır.
Adem’den bu deme neslim getirdi
Bana türlü türlü meyva yedirdi
Her gün beni tepesinde götürdü
Benim sadık yarim kara topraktır.
Karnın yardım kazmayınan belinen
Yüzün yırttım tırnağınan elinen
Yine beni karşıladı gülünen
Benim sadık yarim kara topraktır.
İşkence yaptıkça bana gülerdi
Bunda yalan yoktur herkes de gördü
Bir çekidek verdim dört bostan verdi
Benim sadık yarim kara topraktır.
Havaya bakarsam hava alırım
Toprağa bakarsam dua alırım
Topraktan ayrılsam nerde kalırım
Benim sadık yarim kara topraktır.
Dileğin var ise Allah’tan
Almak için uzak gitme topraktan
Cömertlik toprağa verilmiş Hak’tan
Benim sadık yarim kara topraktır.
Hakikat ararsan açık bir nokta
Allah kula yakın kul da Allah’a
Hakk’ın gizli hazinesi toprakta
Benim sadık yarim kara topraktır.
Bütün kusurumu toprak gizliyor
Merhem çalıp yaralarım düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sadık yarim kara topraktır.
Her kim ki olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel’i bağrına basar
Benim sadık yarim kara topraktır.
EDEP (4)
İNSANA SAYGI-1
Erdoğan MUTLUGÜN
Öğretmen
İnsana saygı insanlığa saygıdır.İnsanın hemcinsine karşı saygılı olması, kendine saygısının göstergesidir.Hatta denebilir ki,kişi kendi zât-ı âline saygı duyduğu oranda bir başka kişiye saygılı davranır.Bu özsaygı bazen o kadar ayyuka çıkar ki insan,sadece hemcinsine değil,canlı cansız,yeryüzünde var olan her varlığa karşı içten ve samimi bir hürmet hissi ile mukabelede bulunur.Kâinatta idrak edebildiği her nesnede bir varlık ve şahs-ı âli rengini farkeder,görür,sahip çıkar ve hürmet hissiyle iki büklüm olur.Bu zâhiren gayrıya, hakikaten ise bizzat kendi zâtına olan hürmet ve saygının tezahürü olan iki büklüm olma hali,âsumanla aynı rengi ve şekli almaya doğru gider ki bu da, onun gökler ötesi âlemlerle ve herşeyden evvel kendinde matvî bulunan tüm âlemle irtibata geçmeye başlamasının alamet-i fârikasıdır.
Geçen ayki yazımda bahsettiğim gibi,nasıl ki protokol kurallarında esas, şahs-ı maneviye hürmetin tezahür etmesidir.Aynen öyle de insanın insana saygısı da aslında insâniyetin ve mâkam-ı insaniyetin işaret taşı olan ve ya o şahs-ı meçhulün yahut bî ismin üzerinde muvakkaten, bir hikmete binaen, ikâmet ettiği cesede karşı hürmetkâr olmasından başka bir şey değildir.
Hz.Adem’e tüm melâikenin secde etmesinin sırrı da budur.Bu emre karşı çıkan İblis’in lânetlenmesinin altında yatan gerçek de yine budur.
Kâbe özünde taştır.Hakikatta ise O, Sidret-ül Münteha’ya kadar uzanan ve oradan da Arş-ı âla ile alakası olan gerçeğin yeryüzüne kesif şekilde aksetme yerinin nişan taşıdır.O’nu tavaf edenler orada bulunan taşlardan müteşekkil binaya değil,o binanın hakikatinin etrafında dönmektedirler ki, dönenler de esasen yukarıda bahsedildiği üzere, Şahs-ı Hakiki’nin bir nebze irtibatta olduğu ve şekiller alemi olan şu dünyada geçici ikâmette bulunduğu âza ve organlardan müteşekkil vücutlar değildir.Aynen bunun gibi, bizde var olan asıl bizin birbirimize olan ilgisidir,sevgisidir,muhabbetidir,özlemidir
İltifatıtır saygı.Daha doğru bir ifade ile meseleyi özetleyecek olursak saygı, dışın içe,kalıbın kalbe,kelimenin cümleye ve cümlenin manaya hürmetidir.Ve bu tanımla saygının vardığı son nokta çıktığı noktadır, yani kendisidir.
Mevlana’nın aşağıdaki satırları hayret âmizdir.O kutlu kişi insana ve insandakine saygıyı öyle müşahhaslaştırmıştır ki, adeta imamenin sağında ve solunda dizili tespih tanelerini teker teker çekmeyi bırakıp, imamenin sağından bir tane çekip sola geçerek kestirmeden vuslata ermiştir.Bizlerle O’nun mukayesesi yemeği koklayanla yiyen adam gibidir.Bizler, meseleleri adeta el yordamıyla yoklayıp yol bulmaya çalışırken O, yolu bir sıçrayışta geçmiş, sonuna gelmiş,üstelik geriye dönüp biz yol arayanlara rehber olmuştur;
1.“Ne vakte dek taşla toprakla çanakla çömlekle
Dolduracağız eteğimizi? boynumuzu koynumuzu ne vakte dek?
Çekelim elimizi topraktan çanaktan çömlekten
Çekelim de göğe ağalum..
Bu toprak kalıp nasıl kafese koydu seni
Nasıl çuvala soktu?...”
2.“Gene gel gene, ne olursan ol
İster kafir ol ister ateşe tap, ister puta
İster yüz kere tövbe etmiş ol
İster yüz kere bozmuş ol tövbeni
Umutsuzluk kapısı değil bu kapı
Nasılsan öyle gel”
3.“İnsanlarla bir ol
İnsanlarla bir oldun mu bir madensin
Bu savaş nereye dek?
Sen bensin işte ben senim işte
Ne diye aydınlıktan kaçar aydınlık ne diye?
Topumuz bir tek olgun kişiyiz bir tek
Ne diye böyle şaşı olmuşuz ne diye?
Zengin yoksulu hor görür ne diye?
Sağ soluna yan bakar ne diye?
İkisi de senin elin ikisi de
Peki kutlu ne kutsuz ne?
Topumuz bir tek inciyiz bir tek
Başımız da tek aklımız da tek
Ne diye iki görür olup kalmışız?
İki büklüm gökkubbenin altında ne diye?
…………………………………………
…………………………………………
İnsanlara karıl insanlara
İnsanlarla bir oldun mu bir madensin bir ulu deniz
Kendinde kaldın mı bir damlasın bir dane
Ama sen canı da bir bil bedeni de
Yalnız sayıda çoktur onlar alabildiğine
Hani şu bademler gibi
Ama hepsindeki yağ bir”
SUŞA:Şiir Kitabı
KAMRE BACI:Hikaye
HALİME APA:Roman
HECELERİN SESİ:İnceleme
BİR TAŞIN HİKAYESİ:Roman
TÜRKÇE'DEN ERMENİCE'YE GEÇMİŞ KELİMELER:Araştırma
Akşam oldu ve hava karardı.
Ve yalnızım zannedersem sen de
Bu hayatta sen güneydesin ben kuzeyde
İkimizin gördükleri
Birleştiğinde
Tam tamına bir hayat ediyor belki de...
Ben yalnız sen yalnız
Kalplerimiz yalnız çarpar
İki yalnız kalp bir yürek eder bir kalpde
ayrı mı düştük ayrı mı kaldık
Bu yaşam çölünde
Çok mu zor iyi ve güzeli
Edivermek elde...
Böyle geçecek ikimizin hayatı
Zaman su gibi akacak
Güneşi son kez gördüğümüzde tepemizde
O zaman uyanacağız ikimiz de
Bağıracak ve haykıracağız
Bir gün bir tek gün daha verin de
Belki yakalarız kaybettiklerimizi de
O zaman bize diyecekler
Hadiyin be hadiyin be hadiyin be....
Akşam oldu ve hava karardı.
Ve yalnızım zannedersem sen de
Bu hayatta sen güneydesin ben kuzeyde
İkimizin gördükleri
Birleştiğinde
Tam tamına bir hayat ediyor belki de...
Ben yalnız sen yalnız
Kalplerimiz yalnız çarpar
İki yalnız kalp bir yürek eder bir kalpde
ayrı mı düştük ayrı mı kaldık
Bu yaşam çölünde
Çok mu zor iyi ve güzeli
Edivermek elde...
Böyle geçecek ikimizin hayatı
Zaman su gibi akacak
Güneşi son kez gördüğümüzde tepemizde
O zaman uyanacağız ikimiz de
Bağıracak ve haykıracağız
Bir gün bir tek gün daha verin de
Belki yakalarız kaybettiklerimizi de
O zaman bize diyecekler
|