ERDOĞAN    MUTLUGÜN
 

 

 

Ana Sayfa

İstiklal Marşı

Gençliğe Hitabe

Mevlana

Şair / Yazar

Şahsım

Bağban
Öğretmenlik
Okumak
Okullarım
Öğrencilerim
Yazılarım
linkler

MARİFET İLTİFATA TABİDİR                  

“Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz”sözü ne kadar doğruysa “Cevherin kıymetini cevherfürüşan olmayan bilmez”sözü de o kadar doğrudur.
Ressam resimlerinin seyredilip takdir edilmesini bekler.Roman yazarı kitaplarının okunup beğenilmesini arzu eder.Şair şiirlerinin başkaları tarafından istiğrak halinde okunup alkışlanmasını ümid eder.Heykeltraş, heykelleri beğeni toplarsa başka eserler vermek için harekete geçer.Mimar “bu eseri de kim yaptı?Ne güzel yapılmış”dendiğinde ruh huzuruna kavuşur.En basitinden fıkra anlatan kişi dinleyiciler gülmezse ikinci bir fıkrayı anlatmaya kendinde cesaret bulamaz.
Sanat alkışlanmak ister.Sanatı alkışlayan aynı zamanda sanatkarı da teşci etmiş olur.Meşher olmazsa eser-i meşhur nerde teşhir olunur?
Göz görmek,kulak işitmek,dil tatmak içindir.Bu üç organ olmasaydı yeryüzünün ve gökyüzünün estetiği,rengi,tadı,milyonlarca güzel sanat eserlerine ilham kaynağı olan harıka ve dehşet engiz güzelliği farkedilir ve hayat bu kadar güzel,yaşanmaya layık,kıymetli olur muydu?
Doğum günü kutlamaları,önemli gün ve anların hatırlanmaları,kadınlar günü,anneler günü,babalar günü vs.önemli zaman dilimleri -her ne kadar ticaret ön plandaymış gibi gözükse de- netice itibariyle hep iltifat içindir.
Yere düşmüş bir çiçeği inek ağzına alır çiğner,yutar.İnsan olan insan ise alır onu yakasına takar.Bu sayede o güzelliği takdir etmiş ve beğendiğini göstermiş olur.
Canlılar içinde güzel sanatlara,estetiğe,güzelliğe,kusursuzluğa,mükemmelliğe medyun olan sadece ve sadece insandır.İnsanın duyguları sair mahlukata göre daha incelmiş ve de gelişmiş olduğundan bu böyledir.İnsan akıllı bir yaratık olduğu için de “ne güzel”derken akabinde “ne güzel yapılmış”ve “bunu kim yapmış”gibi soruları sorar ve takdir hislerini yönelteceği bir fail arar.
Bu takdir etme,iltifat etme esasen insani bir duygudur ve duyguları körelmemiş kişiler tarafından çokça kullanılırlar.İnsan bir yandan takdir edilmeyi beklerken bir yandan da takdir etmeyi de ihmal etmez.Ve bunun içindir ki herkes ancak kendi yetenekleriyle örtüşen güzel bir eseri ve ya bir eylemi sena edebilir.Bu da çok normal bir durumdur.”Arif olan anlar” “veya “Arife tarif gerekmez”sözleri de bundan kaynaklanmıştır.Tüm bu gerçeklerden ötürüdür ki yazımıza başlık olarak aldığımız söz yerindedir ve “Marifet iltifata tabiidir”
Bütün bunlardan ayrıca anlaşılmaktadır ki takdir eden edilenden daha üstündür,Zira o marifeti kendinize iltifatınızla tâbi etmiş ve tebanıza almış bulunuyorsunuz.Sanki şükran hislerinizle değerini bildiğiniz bir gerçekliği kendinize mal etmiş oluyorsunuz ve şuur altınızla”Ben bu güzel eseri anlayacak ve hatta aynısını hayal edecek bel ki de yapabilecek yahut da kendime bir ideal haline getirecek bir durumdayım ki iltifat edebiliyorum,teşekkür edebiliyorum,takdir edebiliyorum”demiş oluyorsunuz.İşte bu gerçekten de “Veren el alan elden üstündür”sözünü günışığına çıkarmış oluyor.
Hiç unutmuyorum;Öğretmenliğimin ilk yıllarında görev yaptığım köyde kendi halinde,çekingen,sıkılgan bir öğrencim vardı.Zekiydi,yetenekliydi fakat kalabalık bir ailenin çocuğu olmasından,köyde iş-güç ve de hayat şartlarının çetinliğinden kendini tam olarak ifade edememiş,gösterememiş bu yüzden özgüveni de gelişmemiş olduğundan derslerde başarısızdı.Oysa çok iyi biliyordum ki kendini derslere verse,sınıfta çekingen davranmasa,anlamadıklarını çok rahat sorabilse,iletişim kurabilse başarıyı yakalardı.
Önce ailesiyle tanışmak için evine gittim.Klasik köy yaşantısı olan bu aileyle görüşüp,konuşup,tanıştıktan sonra öğrencimdeki problemin kaynağını keşfettim:Evde çocuklara söz hakkı yoktu.Büyüklerin yanında bir çocuğun konuşması  çok çok ayıp ve görgüsüzlüktü.Öğrencim bir söz söylemek istese yanakları elma elma kızarıyor,utana sıkıla ancak birkaç laf edebiliyordu.Hata yaptıklarında ise anında cezası kesiliyordu.Evde böyle bir hava hakimdi ve böyle bir ailede yetişmenin de tabii neticesi olarak maalesef, benim ögrencim kendini henüz keşfedememişti.
Kararlıydım.Bu çocuk kendini bulacak ve yeteneklerini geliştirecekti.Önce kendi çocukluğuma indim.Benim ailem çocukluğumda bana çok iltifat ederdi.Ne dersem diyeyim muhakkak bir doğruluk payı bulurlardı sözlerimde.Hatta söylemiş olduğum bir sözü bana birkaç kez tekrar ettirirler,”Çok doğru.Bravo.Gerçekten öyle,biz böyle düşünememişiz”gibi sözlerle beni esasen takdir ederler ve iltifata boğarlardı.Doğal olarak da kendime olan özgüvenim tamdı ve hatta bazı durumlarda bu özgüvenden olsa gerek öğretmenlerimin okulda her sözlerini kabul etmiyor çekinmeden eleştirebiliyordum.Bu benim adeta kişiliğime de yansıdı ve sırf bu özelliğimden dolayı üniversitede bölüm profesörümüzün bir sözünü eleştirdiğim,kabul etmediğim için okulum O’nun dersinden bir yıl uzamak zorunda kaldı ve mesleki hayatıma bir yıl geç başlamış oldum.Gerçi bundan hiç pişman değilim.Zira ben öyle davranmasaydım ben ben olamazdım.Kendim gibi davranmamış olurdum.Zaten öğretmenlik mesleğinde en önemli karakter özelliği de budur sanırım.Bildiğini,doğru bildiğini söyleyebilmek ve doğru bildiği yolda yalnız da kalsa yürümektir.Sağlam karakterli olmayanın da yetiştireceği nesil ona göre zayıf,cılız olur.
Buradan yola çıkarak öğrencimi kazanmaya çalıştım.Her yaptığını takdir etmeye başladım.Ona adeta degerli olduğunu,önemli olduğunu hissettirmeye çalıştım.Okula zamanında gelmesi bile sözlüden beş almasına yetiyordu.Çantasını düzenli olarak getirmesine,defter kitaplarını düzenli tutmasına varıncaya kadar her hareket ve davranışını değerlendiriyor ve açıkça kendisine de söylüyordum.Dersle ilgili en önemsiz gibi görünen söz ve fikirlerine bile değer veriyor onları bilgisayarımda renkli yazılarla yazıp sınıf panosuna asıyordum.
Bu tutum ve davranışımın meyvesini kısa sürede aldım.Öğrencim artık sınıfta yüksek sesle konuşabiliyor,fikirlerini açıkça dile getirebiliyordu.Anlamadığı konuları rahatlıkla sorabiliyor hatta tekrar anlatmam için ikinci kez soru yöneltebiliyordu.
E tabii bir çiçeğe bile sevgiyle su verirseniz  daha bir güzel serpilir.İnek tatlı müzikle sağıldığında daha bol süt verir.En vahşi hayvanlara bile sevgiyle yaklaştığınızda size mukabelede bulunur.Bütün bunlar aynı zamanda takdir etmenin,kıymet bilmenin meyvesidirler.
Öğrencime gelince şu an askerde asteğmen.İngilizce öğretmeni oldu ve tezkereden sonra görevine devam edecek.Öyle yaklaşmasaydım büyük bir ihtimal köyde iyi bir çoban olacaktı.Kendisini sadece inek ve koyunlar anlayacaktı.İşte bu takdirin,teşekkürün,değer bilmenin zaferidir.
Gelin çevremizi takdir edelim.En küçük bir olumlu davranışı bile bir şekilde ödüllendirelim.Kusurları görmede gece gibi ama iyi işleri görmede de gündüz gibi olalım.
Mevlana ne güzel söylemiş:”Akarsu gibi cömert ,güneş gibi merhametli ol”Birbirimizi seversek,sevgiyi sever düşmanlığa düşman olursak kazanan yine biz oluruz.
Fakat bazı yüce,üstün ve istisna ruhlar vardır ki onları takdir etmek cür’et ister.Zira onlara göre”Bizi takdir edenler bizden düşükse o senalar ayaklarımızın arasından geçer.Bizi takdir edenler bizden yüce ve üstünse o senakar sözler de başımızın üstünden geçer.Her iki halde de bize ulaşmaz.”derler ve ister takdir edilsinler isterse tekdir onların hali birdir ve tektir değişmez.Hep küheylanlar gibi koşar,çalışır çabalar ve adeta şu şiiri mırıldanırlar:”Sen çalış olmazsa alem sıkılsın/Yardıma koşmayan kalem sıkılsın/Kanatlan üveykim sen de kanatlan/Çatlarsan bir yerde yollar sıkılsın/”
Sözün özü;Dil iltifatla aşınmaz.Eşeğe altın semer de vursan yine eşektir.Elmas çamura da düşse yine elmastır.

                                                                                              Erdoğan MUTLUGÜN
                                                                                      Türkçe ve Türk Kültürü Öğretmeni

NOT:Objektifin Mayıs 2008 baskısında yayınlandı.sayfa 50 de.

        VEFA
              Erdoğan MUTLUGÜN
                    Öğretmen
                                                                                                                                         

 “Bir göz hatırına ne gözler sevilir.”Sözü, vefanın bizim bahçelerimizin gülü olduğunu gösterir.”Dostumun dostu dostumdur.”Sözü dosta olan vefayı,”Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum”sözü öğretmene ve ilme olan vefayı,”Cennet anaların ayakları altındadır”sözü analara olan vefayı gösterir.Bizim kültürümüzde babanın vefatından sonra arkadaşlarıyla ülfet ve ünsiyet etmek,onlarla alakayı kesmemek vardır.Bu da babalara vefanın bir göstergesidir.
Eskiler bir çeşmeden su içmişlerse o çeşmeyi hiç unutmaz;hayatlarının belli bir dönemlerinde yolları o çeşmenin bulunduğu beldeye üğrarsa, aynı yerden bir avuç olsun su içmeden ayrılmazlarmış.
Mevlana’ya Şems’ten ayrıldıktan yıllar sonra biri kandırmak gayesiyle, ”Şems’in sana selamı var”demiş.Bunun üzerine o yüce insan sırtındaki değerli cüppeyi çıkarıp selamı getirene(!)vermiş.Adam bu soylu ve vefa belirtisi hareketten son derece mahçup biçimde “Ben yalan söyledim.Şems’i görmedim”demiş.Ve işte bundan sonra Mevlana’nın ağzından adeta bütün bir zamana ve tarihe”durun beni dinleyin”dercesine şu lâl ü güher sözler akmış:”Biliyorum.Bana yalan söylediğini biliyorum.Ben cüppemi senin bu yalanına veriyorum.Eğer doğru söyleseydin sana canımı verirdim”Bu,vefanın bizim açımızdan ne anlama geldiğini gösteren altın tablolardan sadece birisidir.
Vefadır ki Mecnun’a dağlarda gördüğü ceylanların gözlerini Leyla’ya benziyor diye öptürür.
Bir tasavvuf üstadının talebeleri, manevi mertebeler katede katede hocalarının ahiretteki elim ve vahim halini keşf etmiş ve yanından ayrılmışlar.Sadece biri kalmış.Hoca diğerlerinin neden ayrıldığını sorup öğrendiğinde”peki sen neden kaldın?”diye bir soru yöneltmiş.Molla:”Efendim ben bu mertebeye sizin sayenizde erdim.Bu halde sizi yalnız bırakmam vefasızlık olur”diyerek karşılık vermiş.Karşılık vermiş vermesine ama üstadın verdiği cevap ise adeta”durun! vefanın ne olduğunu görün!!”dercesinedir:”Evlat ben onların gördüğü halimi kırk yıldır görüyorum.Fakat ne yapayım?Vefadan başka yol var mı ki o kapıyı ben de bırakayım?..”İşte bu pırlanta-misal tablo da öğrencinin hocasına,hocanın da ilimdeki temiz su kaynağına karşı vefanın güzel bir terennümüdür.
Vefadır ki, İstanbul’un fatihi,çağ açıp çağ kapayan yüce kumandan ve padişah Fatih Sultan Mehmet Han Cennet Mekan’a, hocasının atının ayağından sıçrayan çamurla kirlenen(daha doğrusu şeref madalyası haline gelen- kaftanını yıkatmaz ve bir hatıra olarak saklanmasını emrettirir.
Eskilerden bir eşkıya doksandokuz adam öldürmüş ve pişman olup bir papaza günah çıkartmaya gitmiş.Papaz:”Allah seni affetmez”deyince O’nu da öldürmüş ve öldürdüğü adamların sayısını yüze tamamlamış.Ordan başka bir papaza gitmiş.Papaz kendisine:”Allah seni bağışlar ama falanca yerdeki iyi insanların yanında yaşamalısın.O insanlardan etkilenip sen de iyi olursun ve affedilirsin”diye karşılık vermiş.Ve eşkıya o iyi beldeye varmak için yola koyulmuş.Derken ömrü vefa etmemiş ve adam yolda ölmüş.Azap melekleriyle Rahmet Melekleri adamı kimin alacağı konusunda anlaşamayınca Allah hakemlik yapması için bir başka Melek göndermiş ve Melek demiş ki:”Bu kişinin nereye yakın olduğunu ölçün.Eğer iyi beldeye yakınsa Rahmet Meleği,yok geldiği kötü şehre yakınsa Azap Meleği götürsün”Bunun üzerine bakılmış ki; bir karış farkla adam iyi şehre daha yakın.Rahmet Meleği almış adamı.Affedilmiş.Bu da bize Yaratıcı’nın niyetlere karşı bir nevi vefasının tecellisidir ki bizlere vefanın ne kıymetli bir meta’ olduğunu çok bariz biçimde gösterir.
Vefadır ki bizim kültürümüze yumurtayı tamamen kırdırmaz,üstünden hafifçe çatlatarak adeta tavuğa vefa hissiyle yumurtayı tahrip etmeksizin, incitmeden soydurur.Ve yine vefa duygusudur ki insanımıza eskimiş urbalarını attırmadan önce bir parça kestirir ve hatıra olarak saklattırır.Vefadır ki bize müşteriyi “Velinimet”eder.Ve yine vefadır ki “Misafir atadan uludur”sözünü Özbekler’e söylettirir.
Vefa duygusu bizim harsımızın en nadide incisidir.Böyle olmasaydı “bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı” olur muydu?
Vefadır ki Yavuz Sultan Selim’e, Şam seferinden dönüp Mısır üzerine yürürken, odasını temizleyen hizmetçisinin ölümünden dolayı seferi üç gün ertelettirir ve o üçgün üst üste hizmetçinin mezarını ziyaret ettirir.Vefa bizim Anadolu insanımıza misafiri çekinmeden, doyuncaya kadar yemek yesin diye bir kişlik yemeğini sofraya koydururken, hanımına gazlambasını söndürttürür.Misafir karnını doyurana dek “Gazyağımız bitti karanlıkta yemek yiyeceğiz”dedirtir.Bizdeki vefa, Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslar’a esir düşen askere, kendisine bir tas sıcak çorba içiren Tatar köylüsüne vefadan dolayı,esaretten kurtulup ülkeye döndüğünde bir münakaşa sırasında kendisini zehirli hançerle sırtından vuran kişiyi, sırf Tatar diye affettirir ve hakkında şikayetten vazgeçirir.
Vefa Çanakkale’yi geçilmez kılar,vatan için canını vermişlerin kanını bayrak yapar ve üstüne ay-yıldız kaplatır.
Vefanın güzel meyveleri de vardır:O merhameti,sadakati,güveni,emniyeti ve cömertliği de sonuç olarak bize hediye eder.
Nesimi ne güzel söylemiş:
“Bana hak’tan nida geldi;
Gel ey aşık ki mahremsin,
Bura mahrem makamıdır;
Seni ehl-i vefa gördüm”

Demek vefa ile insan manevi makamlara yükselerek, insanlığın arşına ulaşmaktadır.Aynı zamanda bize, bir düşünceye gönül verildiğinde; bir ideâle bağlanıldığında; varıp biriyle dostluk kurulduğunda,diriğ etmeden o uğurda canımızı vermeyi, isterse servetimizin yağma olup gitmesine aldırış etmememizi salık vermektedir ki bu, vefanın hak katında da halk katında da çok değerli olduğunu hatırlatır. Vefa ve ahde vefa ile ilgili tanınmış ünlülerin de çok güzel tespitleri vardır;
“En seçkin insanlar sözünün eri olan insanlardır.”(Auguste Compte)
“Vefasızın meclisinde bade içilmez”(Ziya Paşa)
“Verilen sözü tutmamak mertliğe yakışmaz”(Bacon)
“Bülbülden vefa ummayın,çünkü her dem başka bir gülün üstünde öter”(Sadi)
“Vefalı çıkarır dostluğun tadını,
  Vefasızlar alır dostunun âhını” (Muhammet Mertek)

“Vefa umarken ondan
Doldu gözüm hicrandan
Kaldım yaya dermandan.”
Sözü vefasızları dost ve rehber edinenlerin söylediği veya ergeç söyleyeceği sözlerdendir.
Vefanın sosyal hayatımızdan yavaş yavaş kalkmaya başlaması, İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Akif’i üzer ve O’na şu mısraları söylettirir:
“Vefa yok ahde hürmet hiç…emanet lafz-ı bimedlül;
  Yalan rayiç,hiyanet,mültezem her yerde,hak meçhül!

Vefayı öldüren üç zehir tespit etmiş eskiler:
1.Kin
2.Nefret
3.Kıskançlık

Bu üç kötü ahlakın, vefa duygusunun ölümüne neden olduğu konusunda ittifak edilmiştir.
Vefanın olmadığı yerde emniyet,güven,samimiyet,empati de olmaz.Oysa bu sayılan duygular hem bir ailenin, hem de bir ülkenin ayakta sapasağlam durması için olmazsa olmaz prensiplerdir.
İyi hasletleri ve toplumdaki onurlu davranışları da kaybetmemek için ayrıca vefalı olmak gerekir.Daha başka bir deyişle; vefaya vefalı olmak,cemiyeti ayakta tutan prensiplere karşı vefalı olmak, onların korunması hususunda çok önemlidir.
Halife Ömer zamanında iki kardeş babalarının katilini tutup Halifeye getirirler.Şikayetçi olduklarını ve katilin cezasının verilmesini talep ederler.Ömer zanlıyı dinledikten sonra idamına karar verilir.Son arzusu sorulduğunda”efendim” der “babam kardeşime vermem için bir miktar altın bırakmıştı vefatından evvel.İzin verirseniz memleketime gidip emaneti sahibine vereyim”der ve bunun için üç gün mühlet ister.Ömer “Yerine kefil bulmalısın”deyince adam orada gözüne takılan ve kendisini hiç tanımadığı birini(Amr bin As.Bu zat Afrika’nın fatihidir.)göstererek “bu kişi kabul buyurursa kefilim olsun” der.Amr bin As da kabul eder.
Aradan üç gün geçmesine rağmen adam ortalarda görülmez.Bunun üzerine Amr bin As’ın idamı için sehpa hazırlanırken Halife’ye itirazlar yükselir.Halife”Hayır”der”Hak yerini bulacak.Babam da olsa ben adaletten vazgeçmem”deyince,kalabalık kefile dönerek”Neden hiç tanımadığın birine kefil olmayı kabul ettin?Bak şimdi idam olacaksın”dediklerinde Afrika Fatihi Amr Bin As”Ben insanlar insanlık ölmüş demesinler diye bir katile kefil oldum”diye karşılık verir.Bu tablo karsısında da davacılar davalarından vazgecerler.Ömer de davacılara”Niçin vazgectiniz?”diye sorunca şu ibret dolu sözleri işitir”Biz de merhamet duygusu ölmüş demesinler diye bu davadan vazgeçiyoruz”derler.
Gelin sevgiyi sevip düşmanlığa düşman olalım.Kusurları görmede gece,iyilikleri görmede gündüz gibi olalım.Mevlana’nın söylediği gibi:”Akarsu gibi cömert,güneş gibi merhametli” olalım.”Ya olduğumuz gibi ya da göründüğümüz gibi”olalım.Bizi biz yapan,insan olmamızın ayrıcalığını tattıran insani değerlere vefalı;hepsinden önemlisi “vefaya”vefalı olalım.Bu,aramızdaki problemlerin ve dargınlıkların ortadan kalkması için kafi ve vafidir.

Son olarak,”Gizli dertlerimi sana anlattım/Çalıştım sesime ses kattım/Bebe gibi kollarımda yaylattım/Hayali hatır et beni unutma”sözleriyle vefayı ihsas eden meşhur halk ozanımız merhum Aşık Veysel Şatıroğlu’nun üfül üfül vefa esen ve burcu burcu vefa kokan “TOPRAK” şiiriyle sözlerimizi tatlandırarak noktalayalım:

Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yarim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sadık yarim kara topraktır.

Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sadık yarim kara topraktır.

Koyun verdi kuzu verdi süt verdi
Yemek verdi ekmek verdi et verdi
Kazma ile döğmeyince kıt verdi
Benim sadık yarim kara topraktır.

Adem’den bu deme neslim getirdi
Bana türlü türlü meyva yedirdi
Her gün beni tepesinde götürdü
Benim sadık yarim kara topraktır.

Karnın yardım kazmayınan belinen
Yüzün yırttım tırnağınan elinen
Yine beni karşıladı gülünen
Benim sadık yarim kara topraktır.

İşkence yaptıkça bana gülerdi
Bunda yalan yoktur herkes de gördü
Bir çekidek verdim dört bostan verdi
Benim sadık yarim kara topraktır.

Havaya bakarsam hava alırım
Toprağa bakarsam dua alırım
Topraktan ayrılsam nerde kalırım
Benim sadık yarim kara topraktır.

Dileğin var ise Allah’tan
Almak için uzak gitme topraktan
Cömertlik toprağa verilmiş Hak’tan
Benim sadık yarim kara topraktır.

Hakikat ararsan açık bir nokta
Allah kula yakın kul da Allah’a
Hakk’ın gizli hazinesi toprakta
Benim sadık yarim kara topraktır.

Bütün kusurumu toprak gizliyor
Merhem çalıp yaralarım düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sadık yarim kara topraktır.

Her kim ki olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel’i bağrına basar
Benim sadık yarim kara topraktır.
                               

Akşam oldu ve hava karardı.

Ve yalnızım zannedersem sen de

Bu hayatta sen güneydesin ben kuzeyde

İkimizin gördükleri

Birleştiğinde

Tam tamına bir hayat ediyor belki de...

Ben yalnız sen yalnız

Kalplerimiz yalnız çarpar

İki yalnız kalp bir yürek eder bir kalpde

ayrı mı düştük ayrı mı kaldık

Bu yaşam çölünde

Çok mu zor iyi ve güzeli

Edivermek elde...

Böyle geçecek ikimizin hayatı

Zaman su gibi akacak

Güneşi son kez gördüğümüzde tepemizde

O zaman uyanacağız ikimiz de

Bağıracak ve haykıracağız

Bir gün bir tek gün daha verin de

Belki yakalarız kaybettiklerimizi de

O zaman bize diyecekler

 

       EDEP(1)
              Erdoğan MUTLUGÜN
                    Öğretmen
       erdoganmutlugun@hotmail.com

Edep bir tâc imiş nûr-î Hûda'dan.
                  Giy ol tâcı emîn ol, her belâdan.”   (La EdrÎ)
              Sözü bize edebin ne kıymetli bir sıfat olduğunu, edebî bir belâgatla çok iyi anlatıyor.Hem edebin değerini ihsas ediyor hem de edeplinin faziletini hissettiriyor.
Gerçekten de bizim öteden beri en kıymetli hazinemiz ve manevi dinamiğimiz hep edep olagelmiştir.Eskiden mekteplerimizin kapısında”EDEP YA HU”diye yazı asılırdı.Ben buna yetiştim.Memleketim İzmir’de böyle eski bir okul biliyorum.İlkokul öğrencisiyken öğretmenimiz gezi düzenlemiş, o okula gidip görmüştük.”EDEP YA HU” kapısından içeri girerken edebin ne önemli bir güç ve haslet olduğunu bizzat yaşıyorduk.İleriki yaşlarda bu sözün “EY İNSAN! EDEBE DİKKAT ET”anlamına geldiğini öğrendim.
Bir bilgeye sormuşlar “Edebi kimden öğrendin”diye.”Edebsizden”cevabını vermiş.Evet iyi bir gözlemci, edebsiz insanlara baktığında -daha edepli bir ifadeyle söyleyecek olursak-edebini aşikâr gösteremeyenlere dikkat ettiğinde edebli olmanın ne göz alıcı bir süs olduğunu, edepsiz olmanın da ne kadar göz tırmalayıcı bir çirkeflik olduğunu çok iyi derk eder(anlar).
Edep insanda bir ahlâk haline geldiğinde artık o edepsizliği istese de irtikap edemez.Daha doğrusu; o kişi edepsizce bir davranışın içine giremez.Aklından kötülük geçmez ve hep edep yamaçlarında gezer durur.Gelen geçene edepten dem vurur.Böyle birine dikkat edildiğinde onun hep edeple oturduğunu, edeple kalktığını, bakışlarında duyuş ve sezişlerinde hep edebin üfül üfül                     tüllendiğini görürsünüz.Tersine, edebi henüz içine sindirememiş birine bakıldığında, hal ve hareketlerinin orasında-burasında hep yırtık urbalar şeklinde kötü haslet ve düşüncelerin (afedersiniz çok afedersiniz)sırıtıp durduğu farkedelir.Böyle birisinin az menfaatine dokunsanız ve ya ondan farklı bir düşünce ortaya atsanız hemen na edep,na sezâ ve na becâ lafların ve sözlerin ağzında (yine affınıza sığınarak söylüyorum)salyalar halinde köpürdüğünü görürsünüz.Görürsünüz ve bir insanın nasıl olup da bu kadar insanlıktan istifa ettiğine hayret eder parmağınızı ısırırsınız.
Mevlana’nın şöhretini duyan bir papaz hazretin ziyaretine gelir.Bir papazın kendisini görmek için yola çıktığını duyan büyük insan, misafiri karşılamak için yola koyulur.Papaz Mevlana’yı gördüğünde eline sarılıp öpmeye çalışırken hazret daha hızlı davranır,O papazın elini öper.Yanındakilerin bunu yadırgadığını gören Mevlana”Benim dinimin edebi onunkinden daha fazla olduğu için böyle davrandım”der.Evet edep öyle bir tılsımdır ki ;ölümünden asırlar geçse bile bir insanı eskimez hale getirir.
Edebin kelime manasını;yerli yerinde hareket etme,bir şeyi yerli yerinde kullanma, hâl, tavır davranış güzelliği ve uygunluk olarak verebiliriz.Genel manada ise edep;söz ya da davranışların adaba uygun şekilde kontrol altında tutulmasıdır.  Bu anlamda alimin yanında susmak, ilim talep edenin yanında bildiği kadarıyla konuşmak edeptir. Edep oturmadan kalkmaya, gülmeden ağlamaya kadar tüm davranışlarda ölçülü hareket etmek demektir .Ayrıca Arapça bir kelime olan “edep”in bizim dilimizde karşılığı “saygı”dır.Bütün bunların dışında, Arapça’da e-d-b kökünden (hayret etme.çok beğenme)türetilen edebin tam tamına kelime anlamı ise;güzelliği dolayısıyla insanı şaşırtan, takdirini kazanan şey demektir.
Bizim kültürümüzde edep öyle yer etmiştir ki,hemen hemen her sosyal olay için belirli bir takım gelenek ve görenekler ortaya çıkmış,her gelenek ve görenek de adeta dini bir emir gibi günlük yaşantımızda boy göstermiştir.Bu konuda cilt cilt kitaplar yazılmış ve geniş konu başlıklarıyla edep çok iyi tarif edilmişitir.Örneğin yemek edebi,misafirlik edebi,arkadaşlık edebi,komşuluk edebi gibi âdâb-ı muâşeretler hayatımızı bir kaneviçe gibi işlemiş ve ona ayrı bir tat,renk,desen katmıştır.Bunun içindir ki bizim kültürümüzde hoşsohbetler vardır.Bunun içindir ki bizde nükteler vardır.Ve yine bunun içindir ki bizim cenaze evlerimiz en az bir ay boş kalmaz,konu-komşu tarafından görülüp gözetilir.Yine bizim kültürümüzde edep insanı adeta inci-mercanla süsler gibi süslemiş,her halini göze hoş gelecek bir duruma yükseltmiştir.Edep,yemede,içmede,oturmada,kalkmada,yürümede,yatmada,konuşmada,  hasılı her şeyde vardır. Örneğin,bir çocuk hızlı yürüse, ayağını yere vurarak bassa, kızarak, paylayarak değil, inandırarak, anlatarak “ne yapıyorsun, o nasıl geziş?” derlerdi. “Her şeyin canı var yavrum, tahta incinmez mi? Bak yerlere döşenmiş, bizi üstünde gezdiriyor, bizim de ona hürmet etmemiz, onu incitmememiz gerekmez mi?”şeklinde usulca ve usulünce uyarırlardı. Yemekte ağız fazla şapırdatılamazdı, yüze bakılması yeterliydi. Çünkü yemekte kimseden ses çıkmamalıydı. Bardağı yere koyarken ses çıkarmak ayıptı. Bardak ve konduğu yer incinmemeliydi. Hem de bardakla görüşmeden, yani bir kenarını öpmeden, su içmek ya da içtikten sonra görüşmeden yere koymak iyi karşılanmazdı. “O”, derlerdi, “Bize hizmet ediyor bizim de ona izzet (saygı) etmemiz lazım.” Uyuyan kimsenin uyandırılması gerekirse yastığına hafifçe vurularak hafif bir sesle “âgâh ol erenler” denilirdi. Bağırarak konuşulmaz, biri söylerken sözü kesilmezdi. Kulağa fısıldamak, kahkahayla gülmek gibi şeyler ayıp karşılanırdı. “Ben” diye konuşulmaz, “fakîr” ifadesi kullanılır; şayet ağızdan

“ben” sözü kaçsa derhal ilave edilirdi: “Benliğime lânet!” Gelen misafirin ayakkabıları dışa doğru çevrilmez, içeri doğru çevrilirdi. Kapıya doğru çevirmek bir daha gelme demekti. Bir de içeriye çevrilen ayakkabıları giyen, evdekilere arka çevirmeden giymiş olur ve arkasını çevirmeden kapıdan çıkardı. Yüze tokat vurulmaz, insana hiçbir suretle sövülmez, insanın her şeyi mukaddes sayılırdı. Tıraş esnasında dökülen saçlar bile toplanıp ayak değmez bir yere gömülürdü. Bütün bu ve benzeri edeplerde çıkış noktası, her şeyin canı oluşu, bizden ayrı olmayışı ve insanın mukaddes bir varlık bulunuşuydu. Kapı çarpılarak gürültü ile örtülmez, yavaş örtülürdü. “Kapıyı kapat” denmez, “kapıyı ört” veya “kapıyı sırla” denilirdi. (Allah kimsenin kapısını kapatmasın!) “Lambayı söndür” denmez, “lambayı dinlendir” denilirdi.(Allah kimsenin lambasını(ocağını)söndürmesin)
Eskiler edebi bir takım sözlerle de adeta formüle ederek, günlük hayatta kullanılırlık kazandırmışlardır.Örneğin;”Yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma”,”Çalma elin kapısını çalarlar bir gün senin de kapını”,”Komşu komşunun külüne muhtaçtır”,”Dostumun dostu dosttur” gibi sözler hep bizim edep anlayışımızın enginliğinden kaynaklanan cevherlerdir.
Edep bizde çocuğu babasının önünde yürütmez.Bizim edebimiz Cennet’i alır anaların ayaklarının altına bir halı gibi serer.Yine bizim edebimiz annelerimize karşı “üf”dedirtmez.İnsanların arkasından konuşmaya izin vermez .Gıybet,iftira,söz taşıma,alay etme,ukalalık vs. kötü davranışlar bizim edep bahçemizde serpilemez.Bizdeki edep hüsn-ü zana kapı açmış ve sû-i zanların yolunu kapatmıştır.Bizim edebimiz,bir arkadaş bir arkadaşa “hadi gidelim”dediğinde diğerine”nereye gideceğiz?”sorusunu sordurmaz.Bizim edep bahçemizde kınama da yoktur.Kınama,başkalarını küçük görme,haset ve kıskançlık gibi fena huylar da bulunmaz.İki yüzlülük,yalan,aldatma ve fuhuş gibi ağza alınmasında bile terbiyesizlik olarak kabul edilen bu şirret davranışlar yaşamaz bizim edepli çiçeklerimizin arasında.Edep bize”Sırrın senin esirindir.Söylersen esiri olursun”sözünü söyletir.Ve yine “Bıçak yarası geçer ama dil yarası geçmez”,”Kalp Hüda’nın evidir.Kâbe gibidir.Kalp kıran kâbeyi yıkmıştır”deyişini beynimizin tüm hücrelerine kazıtır.Bunun içindir ki bizim Yunus’umuz;”Bir kez gönül yıktı isen bu kıldığın namaz değil”der.Edepte zirveyi tutmuş olan Mevlana da;”Ne olursan ol gel”der ki bu, bizim edebimizin nasıl bir insan modeli geliştirdiğinin en bariz delilidir.
Osmanlı’da da edep çok ayrı bir anlam kazanmıştır.Osmanlı mimaririsindeki nakışların gözü dinlendirici bir efsuna sahip olması gibi,o devrin insanları da edep ile adeta bir şaheser haline gelmişler,yaşantılarıyla tüm insanlığa evrensel mesajlar sunmuşlardır.
Du Lair şöyle der:''Küfürbazlık,öfke ve intikam hislerinin müşterek mahsülüdür.Bu hıristiyan memleketlerinde pek yaygın bir şekilde tamamıyla mevcuttur.Ancak Osmanlıların sokaklarında da evlerinde de hiç küfür sözü işitilmez.Bunun yüzümüzü kızartacak ve bizi hayrete düşürecek tarafı da,Osmanlıların lisanlarında küfür kelimelerinin bulunmayışıdır.Onlar yalnız ''Vallahi'' şeklinde Allah’a yemin ederler. Nitekim o devre şahit olan insanlar naklederlerki,bir şahsın kendisini kızdıran bir meselede muhatabı için kullandığı cümleler: ''La Havle'' ''La Havle vela kuvvete illa billah'' ''Hay Allah derdini alsın'' ''Fesübhanallah'' ''Hasbünallahü ve ni'me'l- vekil'' ''Ya sabur'' gibi güzel ve teskin edici ifadelerden ibarettir.Osmanlıların edep, nezaket ve terbiye hususunda kaydettikleri seviye hiç bir milletle kabil-i kıyas değildir.Onların muâşeret âdâbı, bir mükemmellik ve incelik arz eder.Bunlar millet ve mezhep ayrımı yapılmaksızın bütün insanlara karşı aynen riayet edilen ruhi ve vicdânî bir kanun mesabesindedir.Dolayısıyla Osmanlı demek,imrenilecek edep ve nezaket timsali demektir.
Yavuz Sultan Selim Han, Osmanlı Sultanları içinde saltanatı en kısa süreli olan padişahlardan biridir. Bu kısa saltanat süresi içinde yaptığı işler çok büyüktür.Şu Meşhur sözünü herkes bilir:"Dünya iki sultana az, bir sultana çoktur." Sekiz yıllık saltanatında Asya ve Afrika seferlerini tamamlayan Yavuz, sıranın Avrupa'ya geldiğini söyler ve bunun için hazırlıklara başlar. Yavuz'un Avrupa seferi için hazırlandığını haber alan Papa, bütün Avrupa kiliselerinde ayinler yaptırır. Yavuz Sultan Selim Han, Mercidabık Zaferi'ni kazanmış ve Memlüklüler'i tarih sahnesinden silmiştir. O zamanlar Hilafet makamı Memlüklüler'in elindeydi. Mercidabık zaferinde Halife de esirler arasındaydı. Yaklaşık olarak 900 yıl geçtikten sonra Hilafet Osmanlılar'a geçiyordu. Mercidabık zaferinden sonra yürüyüşe devam eden Yavuz Halep şehrine girer ve ordusunu burada konaklatır. Ilk Cuma Halep Camii'nde kılınır. Yavuz namazını en ön safta kılacaktır. Hatip Cuma hutbesini okumak için hutbededir. O zamana kadar bütün Islam memleketlerinde Cuma hutbesi halifenin sıfatları sayılarak okunuyordu. Sıfatların başı; Hâkim'ul Harameyn idi. Hutbedeki hatip de Yavuz için hutbe okur ve Hâkim'ul Harameyn demesiyle, Yavuz Sultan Selim hatibe müdahalede bulunur.
”Ne münasebet biz Hâkim'ül Harameyn(Haremeyn’in hakimi)değil,ancak Hâdim'ül Harameyniz(Haremeyn’in hizmetçisiyiz)” der.İşte Yavuz’dan alacağımız ders,edep ve saygıdır.
            Bizim terbiye sistemimizde edep herkesin tabiatının bir yanı olmuştu. Biz birbirimize hitap ederken "efendim" derdik; hatta en küçük kardeşlerimize bile "efendi" diye seslenirdik. Bizim dünyamızda, herkes muhatabını "zat-ı âliniz" sözüyle taltif ederdi; bir teklifte bulunacaksa "lutfedin" derdi. Bir büyük karşısında, tek kişi söz konusu ise, "bendeniz" ve "halâyıkınız"; birkaç kişiden bahsedilecekse "bendegân" ve "köleleriniz" denmeden söze girilmezdi. O gün herkes,
dediği, ettiği ve ortaya koyduğu her şeyde gayet içten ve ince bir tavır sergiler, hep edeple oturur-kalkardı. Bu nezaket, bizde tabiat ve ahlak haline gelmişti. Bu nazik ifade ve üslup düşünülmeden ortaya konurdu ve milli terbiyemizin gereğiydi. Bu üslupta bir zorlanma, bir inkıta ve bir riya olmazdı.
            Hiç unutmuyorum bir gün biriyle konuşurken, bendenize ismimle hitap ettiği bir anda « efendim »diye karşılk vermiştim.Bana dönüp «Evet efendin benim »diye mukabelede bulundu.Benim edebim muhatabımın edepsizliği karşı karşıya, adeta kafa tokuşturuyordu.Duymazlıktan geldim.Ama çok içerlemiştim.Siz birine değer veriyorsunuz karşıdaki ise sizi adeta gözünde küçültüyor.O anda aklıma Ömer Muhtar’ın sözü geldi.Ömer Muhtar’a savaşta italyan esirler teslim edilir.Bunun üzerine Ömer Muhtar :”Onlar bizim misafirimiz.Ağırlayın sonra da salıverin”diye emreder.Komutanlar karşı gelir.”Ama onlar bize işkence ediyor ve sonra da öldürüyor.Biz de aynısını yapmalıyız”deyince büyük insan”Onlar bizim hocamız değil”der.Evet insan karşılık görmese de edepten vazgeçmemelidir.Başkalarının durumu kendilerini ilgilendirir.Ben bana bakmalıyım.Kötüyü değil iyi ve güzeli,doğruyu,isabetliyi örnek almalıyım.O gün bugün hep aynı çizgiyi korumaya çalışmışımdır.
            Eskilerden bir büyük,yolda yürürken karşısına öküz çıkmış.Bunun üzerine kenarı çekilmiş.”Efendim bir öküze yol verdiniz”dediklerinde”benim aklım, onun boynuzları var”demiş.İşte insan kendisinde bulunan insânî aletlerle ki o da sevgidir,saygıdır,edeptir,şefkattir,affetmedir vs güzel hasletlerdir.Bunları kullanarak hayatını sürdürmeli.(Afedersiniz)Köpek ısırıyor diye kalkıp o
hayvancağızı insan ısırmaz.Köpek deyince,geçenlerde yolum bir mezarlığa düştü.Yanından geçerken kapısındaki yazı hayretimi celbetti.Yazı :”Lütfen dostumuz köpekleri içeri almayın”diyordu.Köpeklere dost nazarıyla bakılıyor ve onları incitmeyecek bir yazıyla mezara gelenler uyarılıyordu.Şimdi bir hristiyan memleketindeki bu edebin bizim açımızdan düşündürücü bir tarafı olduğu kanaatındayım.Acaba bizler edebin neresindeyiz ?
Bugün de insanlığın bizim o eski ama eskimez terbiye sistemine, o edebe ve o nezakete ihtiyacı var. " Bîedeb mahrum bâşed ez lûtf-i Rab – Edepten mahrum olan Allah'ın lütfundan da mahrum olur." Sözü bizim edep dünyamızda altın harflerle yazılıydı adeta.Ve biz tekrar bu seviyeye yükselmenin yolunu araştırmalıyız. Alabildiğine kabalaşmış, olabildiğine hoyratlaşmış, -çok afedersiniz- "lan, hişt, hey, moruk..." demekten utanmayanlara edep öğretme, onları güzel konuşma usulü ve uygun hitap üslubuyla tanıştırma çok önemlidir. Bazıları sayın, bey, efendi gibi ifadelerin samimiyeti bozduğunu düşünürler. Oysa bu bir üslup meselesidir ve bu güzel üslubumuz her zaman korunmalıdır.
            Halife Ömer’in de bulunduğu bir mescitte biri yellenir.Ömer hiddet eder ve :”Hangi edepsizse bu,kalksın abdestini tazelesin”der.Bunun üzerine mesciddeki herkes ayağa kalkar,dışarı çıkar ve abdest alır.Kimin yellendiği ise belli değildir.Bu durum Ömer’in gözlerini yaşla doldurur.
            Gelin edeple tâçlanalım.Çevremizde edepten hâle oluşturalım.Bu hâle ile sevgiyi sevip,düşmanlığa düşman olalım.Mevlâna’nın dediği gibi”akarsu gibi cömert,güneş gibi merhametli olalım.”iyilikleri görmede gündüz,kötülükleri örtmede gece gibi olalım.
Edeple ilgili bir kaç beyitle konuyu tatlandırarak keselim:

Men lem yüeddibhü'l-ebevan,
Yüeddibhü'l-melevan”
    "Ailesinde edeplenmeyenleri zaman ve koşullar edeplendirir."

İlim meclislerinde aradım, kıldım talep.
İlim geride kaldı ille edep ille edep. (Yunus Emre)

Hadd-i zâtında kim olmazsa edib.
Feleğin sillesi eyler te'dib.   (Nabi)

Setr eder ayıbın insanın hep.
Ne güzel nâme imiş sevb-i edep. (Sümbül-zâde Vehbi Efendi)

Edep bir tâc imiş nûr-î Hûda'dan.
Giy ol tâcı emîn ol, her belâdan. 
Edep iledir âlem-i nizâm.
Edep iledir kemâl-i âdem.
Edebtir kişinin dâim libası.
Edebsiz insan üryana benzer.
Edeb; ehl-i ilimden hâli olmaz.
Edebsiz ilim okuyan, âlim olmaz.   (La edrî)

NOT:Gelecek ay Atatürk’ten örneklerle edep konusuna ayrı bir derinlik getirilecektir.Ayrıca bu konuyla ilgili devam edecek yazılarımızda görgü ve nezaket kuralları ile protokol kurallarına,dostluk edeplerine değinilecektir.

EDEP (2a)
Erdoğan MUTLUGÜN
     Öğretmen

Edep ahlâkın bir buududur.Edepli insana”Ahlâklı insan”denmesinin sebebi budur.Ahlaksız bir insanda veya ahlâkı tam oturmamış birinde edebe ait renk ve desenlere rastlamak mümkün olmadığı gibi,edebi kemâle ermiş;göz tırmalayıcı davranış,kulağa nâhoş gelen bir ses ve söz kendinden sudûr etmeyen birine de “ahlâksız”demek muhaldir.Daha keskin bir ifadeyle söylemek gerekirse;edep ahlâkın meşheridir,vitrinidir.O vitrine bakarak insan hakkında bir fikir edinilir.Edep ahlâkın olmazsa olmazıdır.Eskilerin tabiriyle buna “lâzım-ı gayr-i müfârikidir”denir.Bunun için “Önemli olan insanın kalbidir.Kalbin iyi ise,niyetin temizse başka bir dayanağa gerek yok.”denemez.Zira”Küpün içinde ne varsa dışarı o sızar”
Öteden beri,ta ilkçağlardan günümüze kadar bir çok düşünür,feylesof ve ilim erbâbı “ahlâkın tanımı” üzerinde kafa yormuş,”iyi” ve “kötü”yü belirlemeye çalışmış,”iyi nedir?”,”kötü nedir?”,”iyi ve kötü nedir?”,”iyi olmayıp kötü olan”,kötü olmayıp iyi olan”veya” aynı zamanda iyi ve kötü olan”ı belirlemeye gayret etmişlerdir.
Hz.İsa’dan önce 482’de doğup 323’te vefat etmiş düşünür Protagoras’a göre insan her şeyin ölçüsüdür.Merkezde insan vardır.Bu yüzden doğrular ve yanlışlar insandan insana değişir.Bu düşünce zamanla “Protagoras Ahlâkı”olarak tanımlanmaya başlamıştır.
Sinop’lu Diyojen’e ait olan ahlâk ise”Kynik Ahlâkı”dir.O’na göre ahlâk ve fazilet peşinde koşmak doğru değildir.Mutlu olmak için tek yol;insanın tüm istek ve tutkularından vazgeçebilmesidir.O’nun bu düşüncesinin ürünüdür ki “Gölge etme başka ihsan istemem senden”sözüyle meşhur olmuştur.
Kiren’e Ahlâkı’na göre ise(Bu Aristippos’un öğretisidir);Bir insana ne haz verirse o iyidir.Acı veren,hazdan uzaklaştıran herşey kötüdür.Aristippos bu düşüncesiyle, günümüze “Hedonizm”diye gelen Haz Ahlâkı’nın mimarı olmuştur.
Oysa Sokrates’e göre bu durum çok daha başkadır.Ahlâk adeta O’nda tagayyür etmiş ve “Fazilet ancak ilim sahibi olmakla,bilge olmakla mümkündür aksinde muhaldir”sözüyle kendince zirveyi tutturmuştur.O’na göre “insanoğlunun biricik amacı ve gayesi fazilete yani erdeme îsal olmak olmalıdır”Aksi takdirde ahlakı yakalayamamış olur.
Eflâtun Ahlâk’ında ise;İnsanlar bilgelik,şecaat,cesaret,fetânet,mu’tedillik ve adaletle ancak erdeme yani “üstün iyiye”vâsıl olabilirler.Eflâtun ahlâkında dünyanın gerçek sahibi “Yaratıcı”dır.Yaratıcı’ya inanan insan erdemli(faziletli)olmak için bir dayanak temin etmiş olur.
Zenon,tesis ettiği“Stoacılık Ahlâkı”nda ise aklı ön plana çıkarmış ve “doğru yasalar ve kurallar ancak akıl yoluyla bulunabilir”diyerek “Rasyonalist Ahlak”ın kurucusu ünvanını almıştır.”Stoa”düşüncesi Roma Medeniyeti’nin temeli hükmündedir.Bu dönemde Cicero,Seneca,Epiktetos gibi meşhur Stoacı’lar yaşamıştır.
Epiktetos Ahlâk’ında kimse kötülenmez,kınanmaz,övülmez,suçlanmaz.Bu sayılan özelliklere sahip olan ahlâklıdır,erdemlidir,fazilet sahibidir.Bu ahlâk felsefesi ise zamanla”Sekinizm”olarak adlandırılmıştır.
Francis Bakon(1564-1626)’a göre ise “dinî inançlar ve emirler olmadan da ahlâklı olunabilir.O bu felsefesiyle”Lâik Ahlâk Felsefesi”ni kurmuştur.
Niccolo Machiavelli de”amaca ulaşmak için her vasıta meşrudur”diyerek kendi adıyla anılan “Machiavelli Ahlâkı”nı kurmuştur.
İnsanın bilme,anlama ve gerçeği görme fonksiyonunu sağlamaya çalışan felsefe iki yol ile işlerini görür;Biri Kâinat’ta olup bitenlerin gerisinde duran gerçeklere inmek,diğeri;bilgilerimizi iyilik,doğruluk ve güzellik kavramlarımızı eleştirip aydınlığa çıkarmaktır.Birincisinden metafizik,diğerinden bilgi felsefesi,ahlâk felsefesi ve estetik tevellüd etmiştir.
Yukarıdaki tâbirlerden bize ihsas edilen şeyler, ahlâkın göreceli olduğu izlenimini veriyor.Ahlâk kişiden kişiye,toplumdan topluma değişiklik arz etmekle beraber insanların akıl seviyesine göre de şekilleniyor.Eğer öyleyse o zaman “Stoa Felsefesi”,mantığa daha yakın gibi durmaktadır.Zira “akıldan yoksun olan dinde serbesttir”sözü meşhurdur.Yani aklı olmayanı Allah hesaba çekmeyecektir.
 Kanaat-i âcizânemce tarifi yapılan tüm ahlâk çeşitleri esasen ahlâkın bir tarafını tanımlamaktadır.Hani o bilinen hikâyede,körlerin önüne bir fil koymuşlar.Her kör filin eliyle dokunanabildiği,hissedebildiği,algılayabildiği kısmını fil olarak tarif etmiş.Filin ayağına dokunan kör”fil sütündur”demiş.Kulağına dokunan”fil yelpazedir”,hortumuna değen ise”fil kalın bir hortumdur”demiş.
Kurtuluş Savaşı’nın dâhi komutanı,Kuvâ-i Millîye’nin mûcidi ve lideri,Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’te, ahlâken ve edeben örnek alacağımız çok hususlar vardır.Esasen bu mevzu apayrı bir çalışma ister ve tek başına kitap konusudur.Her lider ve dâhide görülebilecek kendi şahsına münhasır anlayış,seziş,duyuş ve davranışlar O’nda da mevcuttur.Ve işte bu mevcudiyet hem bizlere ışık hem de istikbâle yürüyüşümüzde bir rehber ve çözülmesi gereken bir problem karşısında kut’ ve gınâ olabilecek pâyededir.
Kılıç Ali’ye göre(Atatürk’ün yakın arkadaşı ve TBMM Gaziantep Mebusu) Atatürk, aşağıda sıralanan kişilik özelliklerine sahiptir:
1.Müşfik
2.İnce
3.Vefâkâr
4.Sabırlı
5.İki yüzlü ve riyakârlardan hoşlanmayan
6.Dalkavuklara itibar etmeyen
7.Gammazlık ve dedikoduya karşı müsamahasız
8.Mütevâzi
9.Başkalarının fikirlerine önem veren,istişâreye açık
10.Yeni fikirlere açık
11.Nezih
12.Giyim kuşamında titiz
13.Tertipli
14.Sofra kültürüne sahip
15.Yardımsever

Atatürk'ün tavır ve davranışları, Allah'ın bir çok ayette insanlara emrettiği Kur’an ahlâkına uygun bir davranış tarzıdır. Kura’n'ın binlerce ayeti incelendiğinde;şefkat, merhamet, ince düşünce, vefa, sabır, dürüstlük, yalan söylememe, affetme, bağışlama, alçak gönüllülük, tevâzu, hoşgörü, adil olma, iftira ve fitne-fesattan nefret etme, arkadan konuşmama, yardım sever olma ve çok çalışma gibi birçok özelliğin insanlar tarafından sahip olunması gereken hasletler olduğu görülür.
           
                 EDEP(2b)

Erdoğan MUTLUGÜN
     Öğretmen

Sabiha Gökçen anlatıyor:”Bir sabah, Ata'nın elini öpmek üzere yanına girdim. İşleri ile meşguldu. Bir süre ayakta bekledim, birden derin bir iç geçirdi ve 'Allah' dedi. (O bunu sık sık tekrarlardı.) Atatürk hakkında evvelce çok şeyler duymuştum, bu tesirle olacak, bir hayli şaşırdım. O'nun ağzından Allah kelimesini duymak beni şaşırtmış ve heyecanlandırmıştı. Ata'nın yüzüne şaşkın bir şekilde bakmış olacağım ki; 'Sen dindar mısın?' diye sordu. Ben de ailemden aldığım din terbiyesiyle 'Evet, dindarım' dedim ve bu cevabımı nasıl karşılayacağını anlamak için ürkek ürkek yüzüne baktım. Cevabım hoşuna gitmişti. 'Çok iyi... Allah büyük bir kuvvettir. O'na daima inanmak lazımdır.' dedi ve bu konuda uzun uzun izahat verdi. Ben de o zaman anladım ki, Atatürk hakkında söylenenlerin aslı yoktur ve Ata bütün söylenenlerin hilafına inançlı bir insandır.”
Cumhuriyetin ilk Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi:“Ata'nın huzuruna girdiğimde beni ayakta karşılardı. Utanır, ezilir, büzülür, Paşam beni mahçup ediyorsunuz dediğim zaman,’Din adamlarına saygı göstermek Müslümanlığın icaplarındandır' buyururlardı.”
Atatürk,istişareye verdiği önemi,şu sözleriyle bizzat kendi gayet güzel izah etmiştir: “Ben diktatör değilim.. Çünkü, ben zoraki ve insafsız davranmayı bilmem. Ben kalpleri kırarak değil, kazanarak hükmetmek isterim.”
Ve yine Sabiha Gökçen O’nun sofra kültürünü şu sözleriyle anlatır:”Şu bilinmelidir ki, Gazi Paşa'nın sofrası asla bir işret alemi yeri, bir vakit geçirme, bir zaman öldürme yeri değildi. O, bu sofrayı adeta bir okul haline sokmuştu. Dünya sorunlarının, yurt sorunlarının, ilmin, felsefenin, sanatın, insanlık idealinin ve uygar Türk Ulusu'nun geleceğinin sabahlara kadar tartışıldığı bir okuldu bu sofra... Aydınlıklarla, iyi niyetlerle dolu bir sofra.”
Kılıç Ali Paşa bir hatırâtında Atatürk’le ilgili şu sözleri sardeder:
“Vefasızlara, vefasızlıklara karşı son derece gücenir ve üzüntü duyardı. Yakınlarının, sevdiklerinin hususi, hatta ailevi dertlerini dinler, adeta bir baba şefkatiyle onlara çareler arar, teselli ederdi. İnsan O’nun huzuruna çıkarak dertlerini döktükten sonra rahatlar, kalbi huzur dolarak, büyük bir ferahlık içinde yanından çıkardı.
Atatürk çok sabırlı bir adamdı. Bazen sofrasında, kendisiyle davetlileri arasında, mebuslarla, arkadaşlarıyla mücadele şekline dökülen öyle münakaşalar olurdu ki, O’nun müsaade ve müsamahasından cür’et alınarak gösterilen taşkınlıklara sabır ve tahammül gösterebilmek için, ancak ve ancak Mustafa Kemal olmak lazımdı. Bu sabır ve tahammül O’na mahsus,O’na yakışan bir meziyetti. Atatürk ikiyüzlü, riyakar, dalkavuk insanlardan hoşlanmazdı. Hiç kimsenin gammazlık etmesine, yahut birbiri aleyhinde dedikodu yapmasına ve bu kabil bayağılıklara müsamaha etmezdi. O’nun huzurunda şu veya bu, filan veya falan aleyhinde dedikodu yapmak kimin haddiydi? Böyle bir hal vukua geldiği takdirde, bir punduna getirir, derhal o iki insanı yüzleştirirdi.”
Son olarak Atatürk’ten minik bir hâtıra ile sözlerimizi ballandırarak keselim:                   
 Kurtuluş Savaşından hemen sonra, bir İstanbul gazetecisi kendisine şöyle bir soru yöneltmişti:
”Yurdu kurtardınız. Şimdi ne yapmak isterdiniz?” Hiç duraklamadan şu cevabı vermişti:
”Milli Eğitim Bakanı olarak Türk Kültürünü yükseltmeye çalışmak, en büyük amacımdır.”
Atatürk nerede bir okul görse girer öğretmen ve öğrencilerle sohbet ederdi.
Bir gün Atatürk’ün yolu bir köy okuluna düşer.Tek sınıflı okulda bir genç öğretmen ders vermektedir.
Atatürk sınıfa girer. Öğretmenin, kürsüsünü terk ederek Atatürk’ün oturmasını istemesi üzerine:
-"Hayır, yerinizde oturunuz ve dersinize devam ediniz", dedi. "Eğer izin verirseniz, biz de sizden faydalanmak isteriz. Sınıfta ders sırasında, Cumhurbaşkanı bile öğretmenden sonra gelir.
Evet sardedilen misaller bize ahlâkın meşheri olan “edep”in ne anlama geldiğini göstermeye kâfi ve vâfidir.Zaten ahlâk,insanlık makamına çıkmanın lazım-ı gayri müfârikidir.Namaz için abdestin şart olması gibi,insanlık makımına çıkmanın şartı da,hem kendi hemcinslerimize hem de haşarata varıncaya kadar canlı cansız tüm mevcudata hem de Kâinatın Yaratıcısı’na karşı ahlâklı davranmak ve edep abdestini almaktır.Peygamber Efendimiz’in kulaklarımıza küpe şu sözleri de bize verilmiş biricik kriterdir:
“İnsanların ibadeti(namaz,niyaz,hac,oruç,zekat vs..)sizi aldatmasın.Siz insanların küçük ve büyük paralar karşısındaki tavırlarına bakın”
Evet bu söz zannedersem,kendini dindar olarak niteleyenden nitelemeyene kadar herkesin üzerinde düşünmesi gereken çok önemli bir ölçüdür.Allah da zaten kendisine karşı yapılmış günahları affetmekte fakat insanların birbirleriyle olan ilşkilerindeki günahlara karışmamakta ve ancak hakkı geçenin hakkını helal etmesiyle günahkârı bağışlamaktadır.Bunun içindir ki Yunus”Bir kalp kırdı isen bu kıldığın namaz değil”der.Geçmiş zamanlardaki bir ermiş de şu sözlerle Yaratıcı’nın insandan ne istediğini bir şiirle dile getirmiştir:
         Sanma ey hâce senden sim-u zer isterler
“Yevme La Yenfeu”de kalb-i selim isterler.
(Yani Ahirette senden altın gümüş değil temiz ve salim bir kalp isterler)
Gelin Millî değerlerimizi bir kez daha gözden geçirelim.Sahip olduğumuz mânevi dinamikleri sımsıkı kavrayalım.Güft ü gûları bırakıp bizi biz yapan,olmazsa olmaz prensipleri bir kez daha okuyalım.Kavrayış ve sezişlerimizi yeniden bileyleyelim ve hep iyiyi, güzeli görerek”özü al,kabuğu at”prensibini kendimize şiar edinelim.Bu şiarla sevgiyi sevip,düşmanlığa düşman olalım.İyilikleri görmede güneş,kötülükleri örtmede gece gibi olalım.Mevlana’nın dediği gibi”Ya göründüğümüz gibi olalım ya da olduğumuz gibi görünelim.”  Vesselam…

BAŞVURULAN KAYNAKLAR:
1.Sadi Borak, Atatürk ve Din
2.  Atatürk Diyor ki, Varlık Yayınları
3. Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi
4. Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri,
5. Mehmet Önder, “Atatürk Konya'da”
6.” Atatürk'ün Bazı Hususiyetleri” Yaşar Semiz.
7.”Atatürk'ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti” Sabiha Gökçen
8. “İslam Nasıl Yozlaştırıldı” Prof. Yaşar Nuri Öztürk.
9.” Atatürk'ün Kuran Kültürü” Yrd.Doç.Dr. Abdurrahman Kasapoğlu.

10.Prof.Dr.İrfan Yılmaz,lim ve Din

EDEP  (3)
Protokol Ve Kuralları-1

Erdoğan MUTLUGÜN
      Öğretmen

Âdab-ı muâşeretin resmîleşmiş haline”protokol”denir.Protokol kuralları,resmiyette şahs-ı maneviyi(tüzel kişiliği)temsil eden makama nezaret etmekte olan nâzıra karşı gösterilmesi gereken saygı ve edebin düstur haline getirilmesidir.(formüle edilmesidir).
Protokolün eskimez dilimizdeki tam karşılığı”zabıt”tır.
Zabıt kelimesinin “protokol”olarak günümüzde kullanılan haliyle anlatılmak istenen manaları şu şekilde sıralayabiliriz:
1)Bilişim teknolojisinde “Ağ Protokolü”
2)Zabıtnâme(tutanak).Zabıtnâmenin imzalandığı yerler aşağıda sıralanmıştır;
     a)Toplantı sonlarında
     b)Oturumlarda
     c)Soruşturmalarda
     ç)Diplomatlar arasındaki anlaşmalarda
3)Diplomaside veya devletlerarası ilişkilerde yer alan yazışmalarda,resmi tören ve devlet başkanlarıyla onların temsilcileri arasında uygulanan kâideler.
4)İçtimâî hayatta ilişkilerden nebeân eden kurallar.
5) Beşeri ilişkilerde iki veya daha fazla insanın karşılaşabilecekleri her yerdeki davranışlarının gelenek, görgü, nezaket kuralları içerisinde icra edilmesi.
6)Resmî örf ve âdetler.
7)Beynelmilel nezaket kavâidi.
Bütün bu tanımların hâricinde protokol;
a)Devlet işlerinde
b)Çalışma hayatında
c)Şahısların günlük muamelelerinde
Farkında olunarak veya olunmayarak,daima uygulayageldikleri anâne,örf,nezaket ve beşerî ilişkiler olarak tesmiye edilen kuralların tamamıdır.
Zabıt kâidelerine ittibâ edilmesinin şu faydası vardır:
Beşerî ilişkilerde samimiyeti perçinler.Sanıldığının aksine bu kurallara uymak,insanlar arasındaki samimiyeti kat’ etmemekte,üstelik iki insanın birbirine olan güvenini itmam etmektedir.Son senelerde yaygınlaşan samimâne duyguların izhârı zannedilen ölçüsüz hareketler ve argo,insanlar arasındaki ilşkilerin ısınma ve soğuma ısılarını bir hayli düşürmektedir.İki günde samimi olan insanlar(Öyle vehmedilen)bir saat içinde birbirlerine adüvv(düşman)kesilmektedirler ki bu son yılların içtimâî hastalığıdır.Tedâvisi de kavâid-i zabıtın toplum hayatına tekrar avdetiyle mümkündür.
Yukarıdaki izahattan anlaşılmalıdır ki,protokol sırf resmi işler için değildir.Günlük yaşantımızda;aile hayatımızdan,arkadaşlarla olan ilşkilerimize varıncaya kadar bir dizi asil kurallar bütünüdür.Bu kuralların biricik gayesi de insanların birbirlerine olan hürmetlerinin idâme ve izhâr edilmesidir.
İDÂREDE PROTOKOL
İdârede protokol, bir manada “Resmi Görgü Kuralları” demektir.Ast ile üst hususi hayatlarında ne kadar samimi ahbap olsalar da, idaredeki resmi ilişkilerinde daima protokol kurallarına uymak mecburiyetindedirler.Yazımızın girişinde bahsedildiği gibi bu kuralları çiğnemek,tüzel kişiliğe hürmetsizlik olacağından,kimsenin haddi değildir.Bu kurallar nâzırın bir çeşit vekalet ettiği,üzerinde bulunduğu ve şahs-ı manevinin mümessili konumundaki makamın hakkı olan ve de çiğnendiği takdirde kamunun genel hakkının yenmesi anlamına gelen,resmiyette de lazım-ı gayr-i müfarik mertebesindeki tüm kurallar zinciridir.
Örneğin, özel ilişkilerinde üstüne “Ağabey” diyen bir ast, makamında veya bir toplantıda ona “Sayın Başkanım” demek durumundadır.

Şimdi yüksek müsadelerinize sığınarak protokol kurallarından bazılarını vermeye çalışalım:
              1)İdarecilere daima saygılı hitap edilmeli.O’na taşıdığı ünvanına göre “Sayın Başkanım”
veya “Sayın Valim”denmeli veya sadece “Beyefendi” diye hitap edilmeli.

              2)İdarecinin makamına çıkıldığında “Saygılar Sayın Başkanım” veya “Saygılar Beyefendi”
diyerek selam verilmeli.İçeri girerken ceket düğmelenmeli.

              3)İdareci “Buyurun oturun” demeden oturmamalı veya oturmak ihtiyacı hasıl olduysa “Müsaadenizle Efendim”diyerek oturulmalı.

              4)Otururken amir veya üstlerin karşısında bacak bacak üstüne atılmamalı.(Esasen bacak bacak üstüne atarak oturma bizim kültürümüzde yoktur.Bu tamamen batı menşe’lidir.Ve günümüzde her ne hikmetse kendine güvenin sembolü olmuş durumdadır.Oysa bizim kültür ve edep geleneğimizde oturma şekilleri bellidir.(Herhangi bir rahatsızlık neticesi bacak bacak üstüne atmak ise bunun dışındadır.Zira herhangi bir özre mekri olan haller daima istisnadır.İstisnalar ise bizde müstesnadır.)

         5)Üst ve yönetici asta“hoş geldiniz” veya “güle güle” derken toka etmek için elini uzatmıyorsa,ast el uzatmamalı.Otururken,üst ayağa kalkarsa ast da kalkmalı.Bu gibi hallerde bazı bâtıl inançlar yaygınlaşmıştır.(Mesela “kendini ezik göstermek”veya “amirin astı kendine güvensiz gibi görmesi”şeklindeki yanlış kanaatlerin esasen hiçbir payandası yoktur.) Kurallara uymak hem astın hem de üstün görevleri arasındadır.Hürmet edilen kişi aslında üstün nazarında şahs-ı mânevidir.

                                                                                             

EDEP (3)
Protokol Ve Kuralları-2

Erdoğan MUTLUGÜN
      Öğretmen

                           6)Üst ya da amir muhavere sonunda asta “Memnun oldum”,“teşekkür ederim”derse ve toka etmek için elini uzatırsa,ast kalkıp gitmeli.Astın daveti üzerine bir mahalle gelmiş bulunan üste,ast herhangi bir anda ve gereği olmayacak şekilde”teşrifinizle müşerref olduk”kabilinden bir kelam sarfederse bu,ast tarafından üstün o mahalden gitmesini nazik bir dille istirham ediyor anlamına gelir.

                           7)Yöneticinin makamına birden çok kişiyle girildiğinde seviyeve kıdeme göre sıralanarak oturulmalı.(En üst olan, masaya en yakın oturan ve yöneticiye en yakın olandır.)

                           8)Yönetici ya da üst yöneticilerle görüşmek için daima sekreteriyle önceden iletişim kurulmalı.(Uygun zaman öğrenilip randevu alınmalı.)Üstler ve akranlar randevu almadan veya en azından izin almadan ziyaret edilmemeli.

                           9)Protokolde üst daima sağdadır.Astlar; otururken, ayakta dururken veya yürürken daima üstün soluna geçmeli.Üstün önüne geçilmemeli,üst de astının arkasına düşmemeli.(Bu husus çok mühimdir.Bu kurala riayet edilmediği takdirde,kusur eden kendini küçük düşürmüş olur.)

                           10)Toplantılarda daima protokoldeki yere oturulmalı.Statü korunmalı.

                           11)Toplantılarda,toplantı başkanından izin almadan konuşmamalı ve daima toplantı başkanına hitaben konuşulmalı.


                           12)Resmi açılışlar daima en üst tarafından yapılır.Toplantılarda ve törenlerde konuşma sırası asttan üste doğrudur. Yani en üst en son konuşur.

                           13)Astlar daha çok teknik ve ayrıntılı konularda, üstler ise politik ve stratejik konularda ve genel nitelikte konuşma yaparlar.(Konuşmaların başında ve sonunda saygıyla selamlamalıdır)

                           14)Resmi araçlarda protokol makamı aracın sağ arka köşesidir.Üst daima burada oturur.

                           15)Üst yönetici,astın odasının kapısında değil,binanın kapısında karşılanmalı ve uğurlanmalı. Akranlar ise daire kapısında karşılanıp uğurlanmalı.

                           16)Ast konuk odada ayağa kalkarak ve tokalaşarak karşılanıp uğurlanmalı.(Tokalaşmada önce el uzatma hakkı üst olana aittir.)
 
                           17)Amirler veya üstler astlarını ziyarete veya denetime geldiklerinde,ast makam koltuğunda oturmamalı.Misafir koltuğuna geçip karşısında oturmalı
              
               18)Başyönetici,Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Vali geldiklerinde makam koltuğuna buyur edilmeli.
                          
                           19)Astlar ve ast düzeydeki kişiler makam koltuğunda oturarak kabul edilir.
Akranlar ise, eğer yaş, kıdem ve diğer yönlerden üst iseler,misafir koltuğunda oturarak kabul etmek bir saygı ifadesidir.

                           20)İlke olarak üst, saygı duyduğu kendi üstü ve amiri olmayan kişilerle eşit düzeyde oturur.
Üstler resmi misafirlerle görüşürken zorunlu olmadıkça:
                Telefonla görüşme yapılmaz,
                Evrak imzalanmaz,
                Başka şeylerle meşgul olunmaz.(Mecburî hallerde,özür dilenir ve müsaade alınır.)

                           21)Astlarla resmi olarak görüşürken ve asta emir verirken üst, kendi makamında olmalı ve makam koltuğunda oturmalı.(Makam”yani tüzel kişiliğin mümessili”,otorite ve hiyerarşi demektir.)

                           22)Erkeklere beyefendi,kadınlara hanımefendi diye hitabedilir.

                           23)Telefona bakan önce kendini tanıtarak söze başlar.(telefonu önce kim açtıysa önce o kapatır.)

                        24)Üstlerle telefonla görüşürken,üst ahizeyi kapatmadan önce telefon kapatılmamalı.

                        25)Astlar üstlerine sekreter aracılığıyla telefon etmez.(Rütbece veya statü olarak küçük olanların (astların) büyükleri ararken sekreter kullanması âdaba muhaliftir.)

KAYNAKÇA:
Yurtdışı Görevi Seminer Notları,Haziran,2006   

 

 

Teşekkürler

Web hosting by Somee.com